Geçmişten Günümüze Silivri
- Dünyanın en güzel iç denizlerinden ve en önemli su yollarından birisi olan Marmara Denizi, Büyükçekmece ile Marmara Ereğlisi arasında yaklaşık altmış kilometre uzunluğunda geniş bir körfez oluşturarak karaya doğru sokulur. Silivri, bu körfez üzerinde gemiler için doğal bir korunak alanı oluşturan küçük bir koyu çevreleyecek şekilde uzanmaktadır. Harita konumu 41 - 03 kuzey paraleli ve 28 - 20 doğu meridyenleri arasında bulunan Silivri, İstanbul merkezine 63, Tekirdağ merkezine 68, Edirne'ye 164 kilometre mesafededir. Bati ve kuzeybatısında Tekirdağ iline bağlı Çorlu ve Çerkezköy, kuzeydoğusunda Çatalca, doğusunda Büyükçekmece ilçeleri yer alır.
- Silivri 863 kilometrekare yüzölçümü ile İstanbul'un Çatalca'dan sonra en büyük alana sahip ikinci ilçesi durumunda olmasına rağmen sabit nüfus yoğunluğu İstanbul geneline kıyasla seyrektir. 2016 sayımına göre köyleriyle birlikte ilçenin genel nüfusu 170.523 kişidir. Bu nüfusun yaklaşık 150.000'i merkezde yaşamaktadır. Bununla birlikte Silivri, İstanbul'un nüfus artış periyodu en hızlı olan ilçelerindendir. İlçenin ne kadar yazlık nüfusa sahip olduğuna ilişkin kesin veriler bulunmamakla birlikte mevcut yazlık alanların kapasitesi düşünüldüğünde bu sayının iki yüz binin çok üzerinde olduğu sonucuna varılır. İstanbul'un batı ucunda kırk iki kilometrelik sahil şeridi boyunca uzanan ilçe, Trakya içlerine doğru yükselen bir topografyaya sahiptir. Küçük yükseltilerin bulunduğu kıyıdan Trakya içlerine doğru ilerledikçe arazinin dalgalı yapısı artar. İç bölgelerde dağ ölçüsünde olmayan yükseltiler ve yer yer derin vadiler bulunmaktadır.
- Trakya içine yağan yağmurların beslediği Ergene su havzası bu bölgeden başlayıp Çatalca ve Çerkezköy'e kadar geniş bir alanı kapsar. Bununla birlikte ilçe sınırları içinde sürekli akış rejimine sahip büyük akarsular bulunmamaktadır. Çanta Deresi, Gelevri Deresi, Tuzla Deresi, Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar yağış mevsimleri dışında kurudur. İç bölgelerde yaz kış suyu olan ve canlı bir yaban hayatı barındıran yapay ve doğal göller bulunmaktadır kadar geniş bir alanı kapsar. Bununla birlikte ilçe sınırları içinde sürekli akış rejimine sahip büyük akarsular bulunmamaktadır. Çanta Deresi, Gelevri Deresi, Tuzla Deresi, Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar yağış mevsimleri dışında kurudur. İç bölgelerde yaz kış suyu olan ve canlı bir yaban hayatı barındıran yapay ve doğal göller bulunmaktadır. kadar geniş bir alanı kapsar. Bununla birlikte ilçe sınırları içinde sürekli akış rejimine sahip büyük akarsular bulunmamaktadır. Çanta Deresi, Gelevri Deresi, Tuzla Deresi, Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar yağış mevsimleri dışında kurudur. İç bölgelerde yaz kış suyu olan ve canlı bir yaban hayatı barındıran yapay ve doğal göller bulunmaktadır. Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar yağış mevsimleri dışında kurudur. İç bölgelerde yaz kış suyu olan ve canlı bir yaban hayatı barındıran yapay ve doğal göller bulunmaktadır. Karılar Deresi gibi küçük dere ve çaylar yağış mevsimleri dışında kurudur. İç bölgelerde yaz kış suyu olan ve canlı bir yaban hayatı barındıran yapay ve doğal göller bulunmaktadır.
- Esasen son derece zengin bir bitki örtüsüne sahip olan ilçede orman alanları insan eliyle tahrip edilip tarlaya dönüştürüldüğünden kıyı bölgesi yeterince yeşil değildir. Sahilden on kilometre içeriye doğru gidildiğinde başlayan orman alanı yer yer funda ve çalılık, yer yer de gövdeli ağaçlardan oluşur. En sık görülen ağaç çeşitleri meșe, akağaç gürgen ve ardıçtır. İlçe genelinde orman alanlarının yüzölçümü 27.500 hektardır.
Bu Diyarda İlk Ayak İzleri
- Yunanlı tarihçilerin 'Turkokratya' dediği Türk idaresi döneminden önce, Megaralılardan Bizanslılara kadar çağlar boyunca Trakya'nın kalbi olmayı sürdüren altı önemli liman vardı ki bunlar; Perinthia (Marmara Ereğ- lisi), Selimbria (Silivri), Epivate (Selimpaşa), Kalikratia (Mimar Sinan), Atira (Büyükçekmece) ve Konstantinapolis (İstanbul) idi. Bütün gizemi ve zenginlikleriyle birlikte Asya'yla Avrupa'nın birbirine uzattığı dost eline benzeyen Anadolu ile Trakya burada buluşur, bu limanlar üzerinden kavimler, kabileler, mallar ve gemiler geçerdi. Bu kıyı kasabalarında hala hem Bizans ve Roma, hem de Türk çağlarına ait görkemli geçmişin izlerine rastlamak mümkün. Binlerce yıl sonra bu topraklarda tarihin izini sürenler, bilinen en eski çağlara ait tarihi kişilikleri, görkemli imparatorları, güçlü orduları, kaşifleri, seyyahları, filozofları, bilginleri anmanın heyecanını yaşar. Üzerine bastığımız her karış toprakta, taşta, kumda onların hatırası var. O tarihi kişilikler bu kıyılardan ufka baktı, güneşin doğuşunu, batışını sepetti. Kimi burada doğdu, kimi burada öldü. Sadece bu bilinç bile tarihi, keyifli bir seyahate dönüştürmeye yeter. Dünyanın en önemli ve en eski yerleşim merkezlerinden İstanbul'un tarihi ile Silivri tarihini birbirinden ayırmak mümkün değil. Dünya Şehirleri Kültür raporuna göre 8 bin 500 yaşında olan İstanbul'un sadece üç bin yıllık geçmişinden haberdarız. Bu dev şehir, sadece tarihi yarımadasıyla değil, civarındaki yerleşim yerleriyle, genişleyip geliştikçe içine aldığı köyleri, vadileri ve tepeleriyle de birbirine bağlı öykülerin mekanı. Maalesef Trakya ve özelde de Silivri yöresi geniş çaplı arkeolojik araştırmaların mekanı olamadı. Hızlı şehirleşme ve nüfus artışı dolayısıyla geçmişin izlerini sürmek, tarihi verilerin üzerini kaplayan toprak yığınını kaldırmak gün geçtikçe zorlaşıyor. Bununla birlikte basit yüzey taramalarında bile tarihin çeşitli dönemlerine ait insan izlerine rastlamak mümkün. Kısıtlı alan araştırmaları şunu gösteriyor ki Silivri bölgesi alt paleolotik çağlardan beri insan topluluklarına yurt olmuş, bu topraklar taş devrinden beri insanlığın tüm uygarlık aşamalarına şahitlik etmiş. Nitekim dönem dönem gerçekleştirilen arkeolojik yüzey araştırmalarında alt paleolotik çağlardan itibaren insan eliyle işlenmiş arkeolojik materyallere ulaşılıyor. Bu tarz buluntular bu toprakların binlerce yıldır kesintisiz bir şekilde yerleşim yeri olduğunu ortaya koymakta.
- Türkiye'de arkeolojik araştırmaların geçmişi çok çok yüz elli yıl öncesine götürülebilir. Bu tarihten önce yapılan araştırmalar daha çok servet arayıcılığı olarak nitelendirileceğinden Arkeoloji disiplinine uygun gerçekleştirilmemiş ve arkeolojik değerlerin tahribine yol açmıştır. Bölgede ilk bilinçli arkeolojik kazıların XX. yüzyıl başlarında yapıldığını bilmekteyiz. Bu dönemde Sarayın izni ile gerçekleştirilen kazılarda ele geçen arkeolojik eserlerin envanterinin çok düzenli tutulduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yapılan kazılarla bölgedeki arkeolojik veriler tanımlanmaya başlanmıştır. Atatürk'ün emriyle gerçekleştirilen bu kazılarda Trakya genelinde toprak üzerinde görülür durumda bulunan tüm ülüsler araştırılmış ve elde edilen buluntular arkeoloji müzesine taşınmıştır.
- 2013 yılında gerçekleştirilen İstanbul İli Yüzey Araştırmaları projeleri kapsamında ilçenin çeşitli bölgelerinde yapılan yüzey taramalarında alt Paleolotik çağlara ait, kazıyıcı ve kesici olarak kullanılmak üzere biçimlendirilmiş taşlar, yerleşik hayata geçişle birlikte çeşitlenen taş aletler, maden çağına ait materyaller ve daha sonraki dönemlere ait çanak çömlek parçalarına rastlanıldı.
- Bölgede bulunan temel arkeolojik araştırma sahalarından birisi ilçe merkezinin 12 kilometre kadar batısında bulunan Kınalı Mevkiidir. 1956 yılında Ankara İngiliz Arkeoloji enstitüsünden D.H French, 1962 yılında da dönemin Türk Tarih Kurumu Başkam Ordinaryüs Profesör Şevket Aziz Kansu tarafından bu mevkide büyük ölçüde düzleşmiş bir höyükte yapılan yüzey araştırmasında 'Kalkolitik Çağ'a ait seramik parçaları bulundu. Bulunan seramik parçalarının Troya şehrinin ilk katmanıyla çağdaş olduğu kabul ediliyor. Bu durumda bölgedeki kültürün Troyadaki kültürle akraba olduğunu söyleyebiliriz. Aynı bölgede 2013 yılında gerçekleştirilen yüzey araştırmalarında bu kanaati destekleyen veriler elde edildi. 2015 yılında gerçekleştirilen bir kurtarma kazısında ise bu bölgede Tunç Çağına ait Kurgan tipi bir mezarlık bulundu.
- Bir diğer arkeolojik saha Silivri şehir merkezinin on üç kilometre kadar doğusunda bulunan Selim paşa höyükleri. Bu sahada ele geçen Tunç Çağına ait malzemeler de Troya ile çağdaş. Yapılan arkeolojik araştırmalar Silivri şehir merkezinin bulunduğu bölgede ilk yerleşim yerinin, koyun ucunda, tüm körfeze ve hafif engebelerle uzanan araziye hakim bir konumda yer alan yaklaşık 42 metre yüksekliğindeki falezler üzerinde M.Ö 3000 yıllarında kurulmuş olduğunu ortaya koyuyor. Günümüzde Fatih Mahallesi olarak bilinen bu bölgedeki yerleşim yeri zamanla surlarla çevrilmiş ve surlar farklı dönemlerde genişletilmiş ve yükseltilmiş olmalı.
- Şimdiye dek kapsamlı bir arkeolojik etüdün yapılamamış olmasından dolayı ilk yerleşimin tam olarak hangi noktada kurulduğu ve ilk surların ne şekilde olduğu konusunda kesin veriler bulunmamakla birlikte şu anki yerleşimin en az üç ölü şehir kalıntısı üzerinde olduğu düşünülmekte. İlk katman Trak halkının kurduğu şehir olmalı, ikincisi erken Roma, üçüncüsü Bizans dönemlerine ait bu yerleşim yerlerinin kalıntıları bugün büyük ölçüde toprak altında kalmış durumda.
Kimler varmış Türkler burada yok iken
Traklar Yaşadığımız yöreye adını veren Trak halkı, bugünkü Romanya ile Kuzey Yunanistan arasında yaşayan, M.Ö VIII. yüzyıla dek Trakya'nın da tamamına yayılmış olan bir halktı. Yüzyıllarca bölgenin tek hakim etnisitesi olan Traklar geriye yazılı eser bırakmadığından onlara ilişkin fazla bilgiye ulaşma imkam yok. Kimilerine göre onlar Karadenizin kuzeyindeki halklarla akraba, kimilerine göre 'Trak' adı ile 'Türk' adı arasında etimolojik bir ilinti var. Kimine göre Balkanların yerlisi bir unsur. Ulaşılabilen birkaç iskelet kalıntısı incelendiğinde antropolojik yapılarının özgün bir Avrupalı ırka ait olduğu görülmekte. Heredot onları kızıl sakallı, renkli gözlü insanlar olarak tanımlıyor, arkeolojik veriler ise daha Akdenizli, bugün Arnavutların ve Romenlerin yaşattığı genlere sahip bir insan topluluğuna işaret ediyor. Hint Avrupai bir dil konuştukları . düşünülmekle birlikte bu sava karşı çıkan tarih. çiler de var. Kurtuluş Savaşı komutanlarından Met Çunatuko Yusuf İzzet'in 'Kadim Trakya'ya dair” eserlerinde Traklar'ın özgün dil ve ırki yapıları incelenmektedir. Çunatuko'nun savına göre Traklar Hint - Avrupai dil konuşan halklardan ayrı, şu anki Balkan halklarının orijinini Oluşturan farklı bir ırka mensuptu. Balkanların doğu ucuna adını vermiş ve yaşadikları bölgelerde ciddi tarihi iz bırakmış olan Traklar, çeşitli kabilelerden oluşuyordu. Bu kabileler antik çağda Balkanların iç bölgelerinden Anadolu kıyılarına kadar yayılmış olmakla birlikte bir devlet oluşturamamışlardı. Haklarında bilmediklerimiz bildiklerimizden fazla... Geriye bıraktıkları en önemli tarihi izleri teşkil eden tümülüsler, onların metal işleme tekniklerini bilen, taş binalar inşa eden, çağına göre gelişmiş bir tıp uygulayan savaşçı bir topluluk olduğunu ortaya koyuyor. Trak tümülüsleri doğudan batıya doğru, Çatalca'dan başlayıp Bulgaristan'ın iç bölgelerine kadar yayılmakl Bunlar aynı zamanda Trakların tarih boyunca etkili oldukları coğrafyanın sınırlarını belirlememize yardımcı oluyor. Vize (Bzia), Silivri (Selimbria), Perintos, Ergene, istranca, bugünkü Beylikdüzü sınırların kalan Yakuplu Köyünün eski adı olan Trakatya... Tüm bu isimler Trak halkının bölgede bırakmış olduğu izlerden. Traklar'ın Silivri şehrinin bilinen ilk sakinleri olduğunu ve şehre sonradan Silivri'ye dönüşecek olan Selimbria adını onların verdiği bilgisi şu an için kesinlik taşıyoıı M.Ö. 1. yy'da yaşamış olan Amasyalı ünlü gezgin Strabon, şehrin ilk kurucusunun Selis adlı bir kahraman olduğunu ve onun adına kurulan şehre 'Selis'in Şehri' anlamında Selisibria dendiğini kaydetmektedir. Bu ismin Trakça olduğunu ispat için de Selimbria isminin sonundaki 'bria' ekinin Trak dilinde, Rumca 'polis' sözcüğünün karşılığı olduğunu ve bunun da kent anlamına geldiğini ileri sürüyor. Rum yazılı kaynakları bu bilgiyi doğrulayarak Silis adlı tarihi kişiliğin adının M.Ö 675 tarihinde şehre verildiğini nakleder.
- Heredot, Strabon ve Ptelamaisos gibi yazarlar şehri 'Silivria' şeklinde anar. Skiloks ve Stefanos ise bu adı 'Silimvria' olarak yazar. Latin yazarlardan Mela Pilinius ise 'Silimbria' yazımını kullanır. Suidos ve Sokrates'in eserlerinde 'Olivria' ve 'Salavria' şeklinde geçer. Avrupalı seyyah ve tarihçiler şehirden bahsederken 'Selimbria' yazımını tercih etmekle birlikte Selumbria, Selubria, Salambria gibi kullanımlara da rastlanır. Osmanlı'nın son dönemine dek adlandırma bu şekildedir. Türkler bu ismi Silivri olarak telaffuz etmiş ve bu imla ile yazmışlardır. Çağdaş Yunan yazımında ise şehrin adı hala 'Selimbria'dır.
Megaralılar
- Traklardan sonra bu topraklar Ege kıyılarından yola çıkan denizci halklara yurt oldu. M.Ö VII. yüzyılda denizcilik konusundaki yetenekleri sayesinde yurt- larından uzaklara açılan Yunanlılar Ege, Marmara ve tüm Karadeniz kıyılarında koloniler oluşturmaya başladılar. Bu dönemde Selimbria kenti de Yunanistan'ın İstmos bölgesinde bulunan Megara kenti tarafından kolonize edildi. Megaralılar Selimbria'yı sömürgeleştirdikten sonra doğuya doğru hareket ettiler ve Byzas adlı reisleri önderliğinde Khalkedonlular'ın (Kadıköy) karşısındaki tepeciklere Bizans şehrini kurdular. Bu tarihi bilgi, Selimbria'mn Bizantiondan önce kurulmuş bir yerleşim yeri olduğunu gösteriyor. Megaralı kolonizatörler denizden gelen saldı- rılara karşı güvenli bir yerleşim yeri olmanın yanında korunaklı bir limanı da bulunan Selimbria'yı canlı bir ticari liman haline getirdiler. Böylece bölgenin Helenleşme süreci başladı. Megaralıların idaresinde geçen iki asır kentin altın çağıydı. Bu dönemde Selimbria Yunan yarımadasındaki şehir devletleriyle, Marmara kıyısındaki limanlarla ve Yunanlıların Karadeniz'cleki kolonileriyle ticari ilişkiler kurdu, uzak ülkelerin zenginlikleri bu limana aktı. Farklı kültürler, farklı halklar, farklı diller ve renkler bölgeyi zenginleştirdi. Bu döneme ait arkeolojik veriler bu görkemli çağa ilişkin düşüncelerimizi destekliyor. Seramik parçaları, sırlı amforalar, mezar ve adak stelleri, maden süs eşyaları, silahlar ve mutfak gereçleri uzak coğrafyalarla ilişki kurmuş yüksek bir uygarlığa işaret ediyor, Ege ve Batı Anadolu'da bulunan uygarlıkların bu topraklarla ilgisi olduğunu ortaya koyuyor. Bu kültürel zenginlik çok çeşitli alanlarda atılım sağladı. İşte bu dönem büyük tıp bilgini Hipokrat'ın hocası Herodikus'un yaşadığı çağdı. Herodikus Selimbria'da doğmuş, tıp literatürüne fizik tedavi metodunu kazandırmış, fiziksel aktivite eksikliğini ilk kez sağlığı bozan bir sebepler arasında saymış önemli bir tarihi kişilikti. Sağlığı korumanın yolunun diyet ve fiziksel aktivite olduğu Herodikus'tan beri değiştirilmemiş bir tıp kanunudur. Bu yüksek medeniyet çağında Selimbria kendi parasını basmıştır. Bütün örnekleri bu bölgede bulunan Selimbria parası Perslerden ve eski Yunanlılardan kalan nümizmatik materyallerden hem ağırlığı hem de şekliyle ayrılır. Daha düşük gramdadır. Ön yüzünde horoz figürü, arkasında ilk bakışta haç gibi görünen dörde bölünmüş bir kare bulunur. İsa'dan önceki çağlara tarihlendiğinden para üzerindeki işaret Hıristiyanlık haçı olarak anlaşılamaz. Bir başka emisyonda Horoz figürünün arkasında buğday başağı bulunmadiktadır ki bu emisyon daha sonraki döneme ait kabul edilir.
Persler
- Persler M.Ö V. yüzyılda bütün Trakya, dolayısıyla Selimbria Pers istilasına uğradı. Kral Kroisos ve ardılı Darius önderliğinde M.Ö 515 yılında İstanbul Boğazı'ndan Trakya yakasma geçen Persler tüm şehir ve kasabaları yakıp yıktılar. Yaklaşık 50 süren Pers egemenliği döneminde şehirler daki liman ticareti durma noktasına geldiği gibi Marmara Ege'nin tüm zenginlikleri yağmalandı Pers istilasına karşı Miletos şehrinden Aristagoras önderliğinde büyük bir ayaklanma başlatıldı. Selimbria ayaklanmayı desteklemiş olsa da direniş bölgelerinin çok uzağındaydı. Bu sebeple daha çok ayaklanmaya lojistik destek sağladı. Bununla birlikte tek merkezden yönlendirilen Pers İmparatorluk ordusu bir süre sonra ayaklanmayı şiddetle bastırdı. Ege kıyılarındaki şehirler bu çatışmalardan çok ciddi zararlar gördü. M.Ö 475 yılında bu kez Atina şehri önderliğinde kurulan 'Attika — Delos Deniz Birliği' adım taşıyan siyasi birliğin eliyle ikinci ayaklanma başlatıldı. Atinalı kumandan Kimon önderliğindeki bir donanma Trakya kıyılarına çıkarma yaparak Perslilere karşı direniş başlattı ve çevre şehirleri bu ittifaka bağladı. İttifaka destek veren 173 şehir arasında Selimbria da vardı. Selimbria Attika - Delos Deniz Birliğine asker ve vergi vererek dahil oldu. Bu birliğin verdiği mücadele neticesinde Trakya Pers egemenliğinden kurtulup Atina egemenliğine girdi. 'Attika Delos Deniz Birliği' daha sonraki zaman diliminde Perslerin çekilmesinin ardından bölgenin tamamen Helenleşmesini sağlayan önemli bir tarihi olaydır. Bu ittifakın oluşturduğu güç, Persleri yenilgiye uğratmıştır. Bu dönemde Persler ve Helenler arasında yaşanan çatışmalar Doğu ve Batı arasında asırlarca sürecek savaşların da başlangıcını teşkil eder.
Spartalılar
- Uzun süren Pers istilası ve istiladan kurtuluş için verilen savaş bütün bölgede olduğu gibi Selimbriada da giderilemez zararlara yol açtı. Bu savaşın bitiminden kısa süre sonra patlak veren yeni bir felaket Selimbria adını yeniden kayıtlarda görünür kıldı. Atinalılar ve Spartalılar arasında MÖ 431 yılında başlayıp aralıksız 27 yıl süren ünlü Peleponnes Savaşları... Selimbria; savaşın merkezi olan Yunan Yarımadasının uzağında olsa da Atinalılar'a para, asker ve zahire sağlayan kentlerdendi. Bu yardım ona kısmi bir özerklik de sağladı. Fakat Spartalılar, Atina'nın lojistik desteğini kesmek için bir çok Trakya şehrine olduğu gibi Selimbria'ya girip şehre ciddi zararlar verdiler. Savaş yıllarında Atina'yı issızlaştıran veba salgını ve ardından yaşanan kıtlık Selimbria’yı da etkiledi. Peleponnes Savaşının 20. yılından sonra Atina Donanmasının başına geçen Alkibiades'in Sparta donanmasını yenilgiye uğratması savaşın seyrini değiştirdi. Bazı kaynaklar bu dönemde Alkibiades ordularının Selimbria'yı da işgal ettiğini kaydederlerse de başka kaynaklar bu rivayeti doğrulamaz. Fakat M.S 46 - 119 yılları arasında yaşayan Yunanlı Yazar Plutarkhos, Alkibiades’in Yaşamı adlı eserinde Atinalı komutanın Selimbria'daki macerasını edebi bir dille anlatır. Yine Anadolu ve Trakya'nın büyük bir kaos içinde bulunduğu bu dönemi yazan Xenephon, ‘Anabasis' (On binlerin Dönüşü) adlı eserinde şehrin kuzeybatısında bir ovada konaklayan orduya Selimbria halkının para ve yiyecek vererek onları şehirlerinden uzak tuttuğunu yazar. Peloponnes Savaşlarının ardından Bizans ve çevresindeki şehirlerde yeniden istikrar oluşturmak için bir araya gelen soylular kendi içlerinde bir yönetim tesis edemeyeceklerini anlayınca Spartalılardan yardım istemek zorunda kaldılar. Onların bu çağrısı Spartalılarca kabul edildi ve deneyimli bir asker olan Rhamphias'ın oğlu Klearkhos’u Bizans'ta yeniden düzen kurmak üzere dört gemiden oluşan bir filoyla birlikte İstanbul'a gönderdiler. Klearkhos kentteki askeri gücü de yanına alarak Bizans'ı tehdit eden Trak kabilelerini bastırdıktan sonra kenti acımasız bir tiranlıkla yönetmeye başladı.
Bir süre sonra fazlaca güç kazanmasından rahatsız olan Sparta tarafından geri çağrılınca bu çağrıyı reddetti. Öte yandan bir kuşatmayla teslim olmaya zorlanacağından endişe ederek Bizans'tan topladığı hazineleri de yanına alarak şehri terk etti. Selimbria'ya geldi ve şehri ele geçirdi. Üzerine yürüyen orduyu bugünkü Kamiloba Kumburgaz arasında karşılayıp onlarla savaştıysa da çok üstün askeri güç karşısında bozguna uğrayarak yeniden Selimbria kalesine çekildi. Bir süre sonra Selimbria’yı kuşatan Panthoidas'ın elinden kurtulamayacağını anlayınca askeri birliğini ve tüm hazinesini Selimbriada bırakarak şehrin altındaki dehlizlerden geçmek suretiyle Ionia'ya kaçtı. Bir kaçak olarak çeşitli ülkelerde dolaştıktan sonra Pers Kralı’na sığındı ve orada öldü.
Bu maceraperest Spartalı’nın Selimbria'ya getirdiği büyük Bizans hazinesinin hemen hemen bin yıl sonra bulunduğu ve Ayasofya'nın inşasının bu hazineyle tamamlandığı söylense de kimilerine göre bulunan hazine Klearkhos'a ait değil. Onun Bizans'tan getirdiği paha biçilmez servet hala Selimbria'da bir yerde.
M.Ö 378 yılında Atina ve yakın kolonileri Sparta saldırılarına karşı ikinci bir ittifak oluşturdular. 2. Attika - Delos Deniz Birliği adı verilen bu birliğe Selimbria da dahildi. Bu birlik dağıldıktan sonra güçsüz ve harap Selimbria Bizans'a bağlandı
Galatlar.
- İskender'den altmış yıl sonra kuzeyden gelip Anadolu içlerine doğru ilerleyen Galatlar Selimbria'ya girdiler ve şehri yağmaladılar. Kalıcı değillerdi. Yıkıyor, yağmalıyor ve gidiyorlardı. Bu yağma, Selimbria’yı aşağı yukarı bitiş noktasına getirmiş olmalı ki bu tarihten sonra uzunca bir süre şehrinden hiçbir tarihi kaynakta bahsedilmez olur. Galat istilasından Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldığı döneme kadar Selimbria şehri İmparatorluk mensupları ile Bizans soylularının yazlıklarının, av saraylarının bulunduğu bir sayfiye olarak kaldı. M.Ö 2. yüzyılda Roma'nın iki ucunu birbirine bağlamak üzere inşa edilen Via Egnatia yolu şehri canlandırdı. Roma'dan başlayan yol, tarihi adı İllirya olan Arnavutluk’tan, Makedonya ve Trakya'dan geçip Selimbria'ya uğruyor, buradan İstanbuľa uzanıp İpekyolu ile birleşiyordu. Bu yolun taşıdığı zenginlikler Selimbria’yı yeniden bölgenin önemli bir merkezi haline getirdi ve şehrin iki bin yıl sürecek kaderinin başlangıcı oldu. Via Egnatia sadece imparatorluğun iki ucunu değil; doğu ile batıyı, Asya ile Avrupa'yı, farklı etnisiteleri, kültür, din ve dilleri de birbirine bağlıyordu. Via Egnatia sadece kara yolu değildi. Bu yolun yakınındaki bütün limanların zenginlikleri de Via Egnatia üzerinden dağılıyordu. Bu bağlamda Silivri limanı Karadeniz'in kuzeyindeki limanlarla Ege limanları arasındaki kesintisiz deniz ticaretinin önemli duraklarındandı. İskender'den altmış yıl sonra kuzeyden gelip Anadolu içlerine doğru ilerleyen Galatlar Selimb- ria'ya girdiler ve şehri yağmaladılar. Kalıcı değil- lerdi. Yıkıyor, yağmalıyor ve gidiyorlardı. Bu yağma, Selimbria’yı aşağı yukarı bitiş noktasına getirmiş olmalı ki bu tarihten sonra uzunca bir süre şehrinden hiçbir tarihi kaynakta bahsedilmez olur.
Galat istilasından Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldığı döneme kadar Selimbria şehri İmparatorluk mensupları ile Bizans soylularının yazlıklarının, av saraylarının bulunduğu bir sayfiye olarak kaldı. M.Ö 2. yüzyılda Roma'nın iki ucunu birbirine bağlamak üzere inşa edilen Via Egnatia yolu şehri canlandırdı. Roma'dan başlayan yol, tarihi adı İllirya olan Arnavutluk’tan, Makedonya ve Trakya'dan geçip Selimbria'ya uğruyor, buradan İstanbuľa uzanıp İpekyolu ile birleşiyordu. Bu yolun taşıdığı zenginlikler Selimbria’yı yeniden bölgenin önemli bir merkezi haline getirdi ve şehrin iki bin yıl sürecek kaderinin başlangıcı oldu. Via Egnatia sadece imparatorluğun iki ucunu değil; doğu ile batıyı, Asya ile Avrupa'yı, farklı etnisiteleri, kültür, din ve dilleri de birbirine bağlıyordu. Via Egnatia sadece kara yolu değildi. Bu yolun yakınındaki bütün limanların zenginlikleri de Via Egnatia üzerinden dağılıyordu. Bu bağlamda Silivri limanı Karadeniz'in kuzeyindeki limanlarla Ege limanları arasındaki kesintisiz deniz ticaretinin önemli duraklarındandı.
Makedonyalılar...
Evdosksia...
Bulgarlar...
Selimbria...
Devr-i Devlet-i Aliye
- Silivri şehrinin kesin bir şekilde Osmanlı hakimiyetine girmesi İstanbul'un fethi dönemine rastlar. İstanbul'u kuşatmak üzere Rumeli'den yola çıkan Dayı Karacabey komutasındaki Osmanlı ordusu güzergahı üzerindeki kaleleri ele geçiriyordu. Byzus (Vize), Mesembria (Misivri) kaleleri savaşsız olarak teslim alınmışken Perinthos (Marmara Ereğlisi) ve Selimbria kaleleri mukavemet etme kararındaydı. İstanbuľu almak üzere yola çıkan askeri telef etmek istemeyen Dayı Karacabey, bu iki kaleyi ele geçirmeyi İstanbuľun fethi sonrasına bırakmıştı.
İstanbul fethedildikten sonra kışı geçirmek üzere Edirne'ye giden Sultan Fatih, yolu üzerindeki o zamana dek bir çok kez tek başına kendisini savunmuş olan Epivates (Selimpaşa) ve Selimbria kalelerini kuşatmış ve savaşsız ele geçirmiştir. Bizans tarihçilerinden Kritovulos Silivri'nin 10 Haziran'da Fatih'in ordusunca teslim alındığını yazar.
Artık Osmanlı hakimiyetine giren Selimbria fetihle birlikte Silivri olarak adlandırılmaya başlanmıştı önce Vize Sancağı'na ardından Çatalca Büyükçekmece ve Küçükçekmece bölgeleriyle birlikte 'Haslar Kadılığı olarak da bilinen Eyüp Kadılığına bağlandı. 1846'da bağımsız kaymakamlık oldu. 1856 yılında kısa bir süre için Edirne Eyaleti içinde değerlendirilen şehir hemen ardından Kaza-i Erba'ya dahil edildi. 1865 yılında idari olarak ‘Bab-1 Zaptiye İdaresi'ne alındı. 1867de kaza merkezi oldu. 1880 yılında Çatalca Sancağı'na katıldı. 1898'de tekrar kaza merkezi kılındı. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte 1924 yılında Çatalca, vilayet statüsüne yükseltilerek Silivri de bu vilayete bağlı bir ilçe haline getirildi. 1926 yılında Çatalca vilayeti ilga edilerek İstanbuľa yeniden bağlandı.
Osmanlı idaresi tesis edildiğinde Silivri yüksek duvarlarla çevrilmiş bir kale içindeydi ve kale dışında yerleşim yeri bulunmuyordu. Kale civarında halkın geçimini sağladığı bağ bahçeler vardı, daha ilerde ormanlık arazi başlıyordu. Silivri şehrinin civarı ormanlarla kaplıydı. Şehrin batısında bulunan derenin suyu temiz ve berraktı Bizanslıların Epivates Osmanlıların Bigados adını verdikleri Selimpaşa ise Silivri kadar korunaklı bir arazide olmamakla birlikte yazlık saraylar ve sayfiye yerleriyle meşhur küçük bir kale idi.
Silivri Osmanlı idaresine geçince bir fetih geleneği olarak şehrin kalesi Fatih vakfına dahil edilmiş, Apokaukos Kilisesi de Hünkar Camii adıyla camiye çevrilmişti. Şehrin civarında bulunan bir çok tarım arazisi bu camiye vakfedildi. Daha sonraki yıllarda bir takım dükkanlar, biri büyük biri küçük iki hamam ve bir bozahane binası da vakfa katıldı. Şehrin Metropolitlik merkezine ve diğer kiliselere ise dokunulmadı. Kalenin savaşmadan ele geçirilmiş olması dola- yısıyla askerin halka karşı zorbalık yapmasına, yağma ve yıkıma izin verilmedi. Şehir halkının tamamına yakını Rumlardan oluşuyordu, bunun dışında bir kısım Slav ve Yahudiden bahsetmek mümkün olabilir. Romanyot adı verilen yerli Yahudilerin o dönemde Silivri'de kitle halinde bulunduğuna dair bir kayda rastlamasak da bölgenin yabancısı olmadıklarını biliyoruz. Onların asıl varlığı fetihten kısa süre sonra II. Beyazıt döneminde yaşanan göçe dayanır. Bu dönemde İspanya ve Portekiz'den kaçıp Osmanlı topraklarına yerleşen Safarad Yahudilerinden kalabalık sayılabilecek bir grubun Silivriye yerleştiğini biliyoruz.
Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a girdikten sonra yaptığı ilk iş, nüfusu azalmış ve harap olmuş şehrin yeniden imarı ve nüfusun arttırılmasını sağlamak olmuştu. Bu amaç doğrultusunda Silivri kalesinden bir kısım ahali İstanbul şehir merkezindeki boş ev ve emlaka yerleştirildi. Silivri kale içinde onlardan boşalan yerlere de Türk aileler iskan edildi. Bu yerleşimcilerin Karamanlı olduğu eski Silivrili ailelerce dile getirilir bu gerçekten uzak bir ihtimal değildir. Çünkü müteakip yıllarda şehre gelen Piri Mehmet Paşa Karamanlıdır. Böylesine nüfuzlu bir sadrazamın geniş bir akraba çevresinin olması ve akrabalarının yanına yerleşmek istemesi doğaldır. Aynı zamanda şehrin en eski ailelerinin, soylarının Karaman'a dayandığına inanması da bu iddiayı destekler mahiyettedir.
Artık vakıf konumundaki kale içine yerleşen Türkler, kısa zamanda din, yaşam ve geçim tarzlarının uyuşmadığı kale içi halkından ayrılarak şehrin hemen dışında bir Müslüman mahallesi oluşturmaya başladılar ve böylece şehir, kale duvarlarının dışına taştı.
Osmanlının halklar ve dinler arası müsamahaya dayalı politikası Silivri'de de sürmüş olmalı ki şehrin Osmanlı idaresi altına girdiği tarihten bugüne kadar farklı dinlerin mensupları arasında çekişmeden bahseden bir kayda rastlamıyoruz. Türkler geldikten sonra da yerli Rumlar ibadetlerine aynı şekilde devam ettiler ve kendi arazilerinin maliki olmayı sürdürdüler. Dini otoritelerine dokunulmadı. Fetihten elli yıl kadar sonra İspanya'daki engi- zisyon kıyımından kurtarılıp getirilen Yahudi ailelerin de eklenmesiyle şehir üç dinin ve bu dinlerin farklı mezheplerinin bir arada yaşayer haline geldi. Bu durum, cumhuriyetin ilanına kadar yaklaşık beş asır boyunca sürdü. Bu dönemde Silivri; Türkçe, Rumca, Ermenice, İspanyolca, Slav dilleri ve Arnavutça'nın konuşulduğu; Arapça, Latince ve İbranice’nin de ibadet dili olarak kullanıldığı, dahası bütün bu dillerin birbirini anladığı, ticaret yaptığı, komşuluk ve dostluk ilişkilerinde bulunduğu, hatta kız alıp verdiği bir barış adası halindeydi.
Bu uzun barış çağında şehir çok önemli toplumsal hareketlilikler yaşamadığı için zaman içinde öncelikle Anastasius surları, daha sonra da kaleyi çeviren surlar harap oldu. Bir saldırı tehlikesi görülmediğinden surların tamirine ihtiyaç duyulmuyordu. Sultan Beyazıt-1 Veli döneminden sonra ciddi bir tamir görmedi.